4 Aralık 2009 Cuma

ben işimi sevemiyorum, işim beni sevsin kampanyası

tepkisel olmayalım.

bence gayet mantıklı.

ben işimi sevememekten muzdaribim blog. kaldı ki, bir insanın işini sevememesinin ona verilmiş ve ömür boyu sürecek bir ceza olduğunu düşünüyorum. haketmek için önceki hayatlarımda -veya bu hayatta şuursuzca- kallavi bi takım haltlar karıştırmış olmam gerek.. artık herrrr ne yaptıysam.. kırılıyorum bu aralar mutsuzluktan!

bu da gelir, bu da geçer diyorlar. ağlama diyorlar. hatta tahammülü nice olmayanlar zırlama be yeter diyorlar -ki bunların başını anacığım çeker oldu- diyorlar da diyorlar.. vefakat haleti ruhiyeme bu demeler çok da fifi.




günler neler getirir... bilinmez.

ama bir şeyler getirseler, fena olmayacak!

kampanyama katılın!.. ben işimi sevemiyorum, işim beni sevsin. bari o sevsin!

2 Aralık 2009 Çarşamba

bir patrondan ne bekleriz?


saat 18.30 dolaylarında patronla ertesi günün programı ve görev dağılımı yapıldı..
iyi akşamlar dilekleri karşılıklı olarak paylaşıldı ve patron uğurlandı.. sevgili mon cher çıktıktan 30 saniye sonra tekrar kapıyı çaldı. kapıyı ben açtım.. gözlerimin içine baktı ve keskin bir ses tonuyla, "noldu senin tez?" dedi..
hemen belirteyim close talker bir patronum var, gerçekten yakından konuşuyor, ne zaman benimle konuşmaya başlasa aradaki mesafeyi korumak için geriye doğru ufak adımlar atıyorum. Bu şekilde konuşma esnasında yaklaşık 5-6 parke dolaşıyoruz. Bir de benimle konuşurken aklından afacanlık geçtiğine bahse varabileceğim bakışlarını aynı zamanda çok sert görünen bir ifadenin arkasına saklamayı başarıyor.. O sert bakışlar üzerimdeyken tezime nolduğunu (24 saat aklımdan zaten çıkmıyor) 404 fatal error vererek sil baştan düşünmek zorunda kalıyorum.. ağzımdan "mee" lemek ile "gulp!" tarzı sesler çıkabildi anca..
o gün sabahtan işe gelmeden, kendisinden 20 gün sonra tezimi vermek zorunda olduğum için biraz erken çıkma müsadesi almayı kafasına koymuş fakat söz konusu diyaloğu koca gün gerçekleştirememiş biri olarak, beni gerçekten şok eden sözler döküldü mon cher'in ağzından kapıdan çıkarken;
"yarın öğleden sonra beraber oturup tezini bitiriyoruz." buyur burdan yak!

1 Aralık 2009 Salı

eyleme çağrı

sanal aşklarım,
dokunmatik memelerim var:
  uzaktan sevişerek bir yere varamayacağımız aşikar.

enn çözüm odaklı tarafına hitap etmek isterim ruhunun
derhal!

Gel.

30 Kasım 2009 Pazartesi

in lovin' memory of Sarıkız (2000-2009)



I held the blade in trambling hands
prapared to make it but just then the phone rang
I never had the nerve to make the final cut

13 Kasım 2009 Cuma

enough with the indian summer!

dear blog,

please take note of this as my dizzy outburst of emotion..

i cannot possibly take anymore of this Indian summer!.. let it snow, storm, rain.. i would love to see the weather get so cold that it makes us all shiver to the bone (is that even a saying in the english language, i dont know but i say from now on it shall be!)

besides.. where the hell has winter gone dammit??



not every post has be all artistic and meaningful aye?

agreed.

making peace with the aggression inside! cheers. long live the creators of piña colada!

12 Kasım 2009 Perşembe

in lovin' memory of Adana 6. İcra Müdürlüğü 2009/10515


Sen bu satırları okurken ben hala Adana'da olucam blog... Kebaplar, şalgamlar diyarı Adana'da... Küçükken iki senemi Adana'da geçirmişim, o yüzden bi Fatih Terim, Hasan Şaş kadar olmasa da en azından Coulibaly kadar Adanalı sayılırım.



Yaptığım hacizlerdeki en lezzetli haciz ortası icra memurları ile öğle yemeği seansım burda geçti... Hacizlerdeki zorunlu yemek aralarını çorbayla geçiştiren ben, o streste bi bucuk adanayı (kebap anlamına geldiğinde büyük mü yazmalı acaba yine? Patronuma sorsam git bi bak kanun şerhinden der bana...) keyifle indirdim mideye.. Artık 5 Ocak denince aklıma Adana'nın kurtuluşu değil, 5 Ocak Kebapçısı ile Adanademirspor ve Adanaspor'un stadı geliyor. Takım isimlerini alfabetik sıraladım, Adanasporlular kızmasın... Gerçi Adanademisporluları kızdırmayı hiç göze alamazdım, onların alfabetik olarak önce gelmeleri iyi olmuş. Ama ben ikisini de pek çok severim blog... Hele Adanademirspor'un o mavi lacivert renkleri yok mu, bitiyorum ben onlara. Buyrun bi de şurdan yakın:

"mavi mavi masmavi
lacivert açık mavi
Adanademirspor
Çukurova'nın yari..."

Ali Sabancı gibi, daha önceden biliyordum, haciz yemeği sırasında pekiştirdim... Bu iki takımın taraftarı birbiriyle pek geçinemez. Adanademirspor'u demiryolu işçileri kurmuş, emekçi takımı. Adanaspor ise upper intermediate, advance bi bünyeye sahip... Aynı stadı paylaşmaya çalışıolar bi de... Benim eski sevgilimle aynı evde yaşamaya çalışmam gibi bi şey olsa gerek.. Hoş ben ona öle bi şey demezdim ama Adanademirsporlular, Adanasporlulara "bu stad bizimdir, direkleri sizindir." demiş bulunmuşlar zamanında rivayete göre..



Borçluları da pek bi efendi bu Adanalıların.. Öle birileri gibi (Bağcılardaki o mobilyacı borçlu) hırçınlık falan yapmıyorlar haciz esnasında.. Efendi efendi yardımcı olmaya çalışıyorlar avukata, icra memuruna.. Bağcılardaki mobilyacı borçlu, sözüm sana: "Borcunu öde, yoksa çıkar aheste aheste." İşte benim intikamım böle keskin oluyo blog.. Hiç beklemediği bi anda blogumda adamı rezil rüsvan ediyorum, pek tehlikeliyim...

Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi kadar olmasa da en azından bi nevi sefaretname tadındaki "haciz günlükleri seyahatnamesi" ismini verdiğim bu yazı dizime zaman oldukça devam etme kararı aldım az önce...Hiç farketmedin bile di mi blog? Çünkü uçağım kalkacak, geç kalmayalım.. Bi gün daha kalmak istesem de aynı iççamaşırlarımla dördüncü güne hazır hissetmiyorum kendimi.. (illa sonunda bi yerde sıçıcan yazının içine)

5 Kasım 2009 Perşembe

ihtiyaç anında tükenenler -- tükendiği çok geç keşfedilenler

tuvalet kağıdı
ilgi
vodka mix (vodka daha yarılanmamışken!)
rum (why is rum always gone!?)
patates kızartması - biradan önce
yara bandı - ikinci ayağın acıyan kısmı açıkta kalmak suretiyle
şampuan (sulandırılmış kısmı da bittiğinde..)
şarj (veya kontör, durumsal.)
aşk
benzin
ağrı kesici
temiz çorap aarrghh
çocukluk!?
mazeret
sıcak su
saç spreyi
bozuk para.. mütemadiyen. (bozuk olmayan para??)
gece (...uyku)
istek

6 Ekim 2009 Salı

dutch ist goed...


imgelersinliği ile aysan'a derin teşekkürlerimle...



*saturnine: gloomy, depressed, dull

5 Ekim 2009 Pazartesi

cumaya gittim gelicem


due to the connection problems, this site is temporarily closed for alterations... we will be back soon...

11 Mayıs 2009 Pazartesi

ters yönde son sürat


ben bugün bowling oynadım sayın okur, hayatımda ilk kez.

ağırmış o toplar. renkleri ile ilgili yorum bile yapmayacağım.

parmaklarım o deliklere sıkışıp kalıcakmış da, topu tam atıcağım sırada sanki elimde yapışıp kalıp, gitmicekmiş gibi hissettim.. daha ilk atışımda, hissettiğim ilk şeydi bu. ilk atışım dediğime bakıp da, atabildim sanmasan diyorum. kurtul aklındaki bu kalıplaşmış varsayımlardan sayın okur. atış, niyeti niteleyen bir sıfat olmaktan öteye gidemedi. işin aslı, öteye gitmesi gereken pek çok şey, beriye gitti. beriden kasıt, gerisin geri!

aldım elime civciv sarısı fosforlu sarı bir topu, önümde uzuuunca bir yol ve sonunda lobutlar, arkamda herkes.

herkes derken.., hayatları bir kaç saniye sonra sonsuza kadar değişecek olan insanlar.. olacaklardan habersiz... ah zavallılar. reşat nuri güntekin olsa üzerlerine iki roman çiziktirebilir ayaküstü. o derece masumlar.

eline her topu alan gibi, bir kaç ufak ama çabuk adımla ilerledim çizgiye doğru, ve kaderin bir pandiğini daha yedim sayın okur. bütün bu seviyesizliğimin içinde sana olan saygımı kaybetmeyişimin önünde saygıyla eğilmen gerek okur... sayın okur.

sonra parmaklarım.. ve aklımdan geçenler.. ve top.. ve delikler. parmaklarım için ya çok ufak olursa o delikler, ya ben de o civciv sarısı çirkin topun peşinden sürüklenirsem ve yuvarlanırsam hissi.. ve kontrolü kaybettiğim an.

bir de.. kayganmış o top. geriye doğru gitmesiyle kolumun.. elimden kurtulup.. arkadaki insanlara doğru..

istemeden..

engel olamadan..
geriye sarma ihtimali olmaksızın..

ondan sonraki her atışımda arkamda duranlar baraj kurdu pek tabii.

...kelimelerin yetmediği anlar vardır.. bildin mi sayın okur?....

saygılar, sayın.. saygıdeğer okur. sen sen ol, böyle düşme!

15 Nisan 2009 Çarşamba

i have a dream


bir an icin "aslinda her uyudugumuzda ruya gorurmusuz" onermesinin dogru oldugunu kabul edelim.. o zaman bu onerme "her uyudugumuzda ruya goruruz" formatina donusuyor haliyle pek bilim ve irfan yuvasi sefgili okurlar, tabi yamuluyorsam duzeltin beni bilim ve irfan yuvasi gurubunun icindeki duyarli olanlar..

peki haciz arabasinin icinde sirasini beklerken agzi acik ve keyifli tukurcukler akitarak tabiri caizse fosur fosur uyuyan bir icra avukati acaba ruyasinda ne goruyordur da hatirlamiyordur, iste bugun de buna taktim blog.. haciz mahallinden tahsil edilmis bir cari hesap alacagi ya da bir kambiyo senedi borcu gormedigine eminim, en azindan hayal gucumde bile o kadar idealist degilim.. bila donmemis tebligatlar icinde mutlu mutlu kesinlesmis icra takiplerini ya da asil alacagin %40'i oranindaki icra inkar tazminati ile dolu bir havuzun icinde yuzdugunu goruyor olabilir. -merak ediyorum raspberry beni ne zaman "on the way to become a corporate bastard"tan "semi-corporate bastard" nisanina terfi ettiricek.- Eger cok ama cok cok mutlu uyumussa avukatin her istedigini aninda yapmaya calisan, kendini hizmet askina adamis, oglen yemeklerinde kebap ya da doner degil ispanak, kereviz, enginar yiyen, guler yuzlu, caliskan icra memurlari goruyordur. Bunun yaninda hacize cikmis "a rookie bastard attorney" olarak ben, bu kisa ruyalarimda heralde haciz mahallinde sopa yemedigimi goruyorumdur. Hos simdilik haciz sirasini beklerken uyuyacak buzukten de yoksunum, uyurken adresi falan kaciririm die, hos durmaz simdi..

12 Nisan 2009 Pazar

....aaand we're back.

hoşbuldum.

camdan dışarı baktım da.. gördüm ki: bahar.
gelme dedim, dinlemedi. yaza da kuvvetle muhtemel laf geçiremeyeceğim. her sene aynı muhabbet.

bu sene farklı olsun istiyorum. her senenin farklı olmasını istediğim gibi.. (yani aslında bir fark yok?)

yeni bir şeyler keşfetmiş olmak istiyorum gizliden gizliye; dedim ki bu sene ağaçları örnek alsam? (ulvi, dingin, olgun, pişmiş ve artık olmuş, anlamlı bir uzakdoğu felsefesinden esinlenmiş izlenimi verebilir miyim..? bi denesem?)

kalleş bahçıvan, her seferinde bizim bahçedeki güzelim ağaçları o kadar uğraşıp uzattıkları dallarını kesip buduyor. karşılığında onlar arsızca yeniden, sonra yeniden, yeniden ve yeniden yeşerip o dalları bir kez daha, bir kez daha ve bir kez daha uzatıyorlar, büyütüyorlar.

henüz hiç bizim bahçıvana darılan ve bi daha yeşermemeye karar veren bir ağaç görmedim.

ben olsam..
yüzüne bakmam şerefsizin.
hani kaçıp gidemiyorlar, tavır takınamıyorlar, ama pes edip yeşermicez ulan da demiyorlar.

takdir ve taklit etmek gerektiğini düşündüm... alerjilerimi kabartan bu mevsimde içinde bulunulucak doğru bir ruh hali gibi geldi: bahara teslimiyet.

bahar. gelme dedim, dinlemedin. sanki ben sana mecburum. ama ne yazık ki onu da daha önceden deklare etmiş birileri birilerine..

ps. bahçıvanın da çok s.kndeydi diceksiniz... (: hak vericem size.
saygılar sayın okur. ama lütfen terbiyenizi bozmayınız.

27 Mart 2009 Cuma

iflasin ertelenmesi ilanidir...


efendim uykumuz coook agir bastigindan bir aydir, blog sayfasini nadasa biraktik gittik. yonetim kurulunda da bi hadiseler var for a while. CEO'muz ile diger yonetim kurulu uyeleri arasindaki gerginlik blog uretim departmanlarina da sicradigindan bir sure biz de reel sektorde bas gosteren ekonomik krizden etkilenmis gibi gorunduk. Ama icimizdeki blog sevgisiyle sikintili donemimizde yazar cikarmadan yolumuza devam etme karari aldik.. raspberry de o alisilagelmis "uyanin yahu yazar bozuntulari!" konulu manifestolarindan birini yayinlar da sole bi silkinip eski sasali donemlerimize doneriz, yine avrupanin devleri arasina gireriz, siz merak etmeyin sefgili okurlar. -bu arada osuruk kadar blog yönetip CEO diye ünvan bile verdik farkındaysanız.-
simdi soz raspberryde... onu takiben de tricrea ile bi baglantimiz olucak. diger azalarimizi uyandirmamaya gayret ediyoruz mumkun mertebe.. raspberry?

22 Şubat 2009 Pazar

ilan ve davet...



The power of psychedelia lies behind its ability to let you take a trip to your innerself, through experiencing new ways, discover hidden areas in your mind and feel the pleasure of illumination coming through music thats gently stroking your soul. . . . The access code to innerself. . . ACCEPTED!!!



for detailed information please check the playlist on the right side of the page and www.herkesdinlesin.com/siddhartha

a platonic love... les paul


Theres so many different worlds
So many differents suns
And we have just one world
But we live in different ones

Now the suns gone to hell
And the moons riding high
Let me bid you farewell
Every man has to die
But its written in the starlight
And every line on your palm
Were fools to make war
On our brothers in arms


les paul... can you see how cutie it is.....

20 Şubat 2009 Cuma

be careful with that axe, eugene


in a time of madness...

"Look at the fuck we've done with ourselves."

raspberry swirl

i have a dream




Yillar suren yorucu stadyum konserlerinden sonra 50'li yaslarimin getirdigi hafif naif huysuzlukla bezenmis aileme zaman ayirma gerekcelerini bahane ederek gurubumdan ayrilmak istiyorum blog. Evde cok bunalinca genclik donemlerinde birlikte calma sansina da eristigim kadim dostlarim Mark Knopfler ve Dave ile East London dolaylarinda bi pubda bira icip bilardo oynayalim diyorum. Ama snooker diil yahu, sekiz top gibi bira icme teknigine daha yakin bir pool cesidi olsun.. Gerci Dave karisina cok duskun, bu biraz sorun cikarabilir. Mark da tek basina cekilmez, zaman zaman huysuz olabiliyor zira... hepberaber toplanamazsak Kilnockie'deki eski limana bakan evime giderim. kocaman bi studyom var orda, sarap icerken takilirim kendi kendime hafif overdrive yuklenmis cleantune stratimla... 50'li yaslarindaki her muzisyen gibi ben de minimalist rifflerle doldurulmus sakin bi kac album yaparim Kilnockie'deki evimde. Aksam ustleri de balik tutmaya giderim, hem Iskocya'da cok yagmur yagdigi icin o saatlerde bol bol balik olur.

Bu blog yazimi Mark Knopfler / Sailing to Philadelphia'ya ithaf ediyorum.

17 Şubat 2009 Salı

a tribute...


in lovin' memory of my beloved friend unemployment(05/2008 - 02/2009)... rest in peace sweet lord.

Dear GNP,

Thank you for applying for the position of Legal - Assistant Legal Counsel - Full Time - Turkey -. (you were so attractive, i couldn't take my eyes off you)

We have had the opportunity to carefully review your qualifications against this position.
(QUALIFICATIONS vs gnp) Unfortunately, we have concluded that we will be unable to offer you an employment opportunity at this time. (yes the time is bad, huh? sorry for the inconvenience...i thought that we could work it out with the prolific devotion inside us)However, you may be qualified for other openings for which you've applied, and we will retain your profile in our state-of-the-art candidate management system for further consideration. (how often do u tell this lie? a.always b.sometimes c.rarely d.often e.i never lie, i am aufrichtig mann... heil Hitler!!)

We invite you to visit our site regularly and apply online to other jobs that may interest you. (thanks for the advice, honey... u can be sure that i will do that 7/24)

Thanks for your interest in P & G. (it's my pleasure, thank YOU for your time)
.............................................................................................................................

edit: let's stay calm...or whatever... you may kiss my hairy(...ok cool it papi!!)

16 Şubat 2009 Pazartesi

duyuru


benim gibi uyuzsanız farketmişsinizdir, pek sevgili na-teknolojik gnp'nin kurduğu ve ayarlarını yaptığı blog'umuzda ne zaman bir post yayınlansa saatleri ayrı bir aleminkini yansıtıyordu..

bugün itibariyle ne zaman yolunuz düşüp burada bir iz bıraksanız, bu haltı hangi vakitte yediğinizi yerel saate göre bilip, sizi içten içe takip etmiş olmanın verdiği hazzı yaşayabileceğiz.

bugüne değin de bu hazdan mahrum bıraktığımız, o setting'i hangi akla alametse pacific time'da (GMT -8) unuttuğumuz için özürler dileriz efenim.

saygılaaaar.

14 Şubat 2009 Cumartesi

broken link

kendi ruhunun ağırlığı altında ezilir mi insan? kendi ellerine tahammülü kalmazsa ne yapar ya da? mutsuzluğunun sınırlarını kendi içine sığdıramaz olursa peki? bu kadar imkansızlaşmalı mıdır hayat?

bu yazının 14 şubat'a denk gelmesinin son derece tesadüfi olduğunu itraf etmeliyim. ezeli kalp kırıklıklarım adı herkesçe bilinen herhangi bir günden tamamen bağımsız olup, yıllardır benimleler aslen. kendime dahil edip de üzegeldiklerim bunu iyi bilirler ne yazık ki.

çok soru sorup anlamaya çalışmak kötü birşey midir? geçmişle yüzleşmeye çalışıp barışmak imkansız mıdır? vedalaştıktan sonra karşı konulmaz bir geri dönme isteği varken, yine de ağlaya sızlaya devam mı edilmelidir yola? neden güçlü olmak için vazgeçmek zorunda kalınır hep ama hep, aslında güçlü olmak çoğu zaman durduğun yerde durabilmeyi ve yaşanılanlarla yüzgöz olmayı gerektirse de?

başkalarının geçmişleri nasıl olur da beni benimkilermiş gibi üzer? neden yakın hissettiğim insanlar bir bir bana verdiklerinden fazlasını alır çekip giderken? herkes nasıl hayatına hiçbirşey olmamış gibi devam eder ve tek sekteye uğrayan HER seferinde ben olurum?

yaşananlar kırık kalpler dışında aslında birbirini çağrıştırmamalıyken, nasıl olur da hepsi bir öncekinin karbon kopyası olur? ve ben bunu neden yıllar sonra, yavaş yavaş, kısık ateşte pişercesine fark ederim? çiğ kalmak daha iyi değil midir oysa? umursamamak, üzülmemek, vurdumduymaz olmak? yoksa dibim çoktan tutmuştur da ruhum mu duymamıştır?

aranan, özlenen, geri gelmesi istenen insan neden hep çok daha iyi olabilecek biridir? içinde bulunduğu boşluğu aslında en iyi dolduracak insan o değildir, bunu herkes bilir, ama yine de neden o özlenir, o aranır, o geri dönsün ve herşey yoluna girsin istenir?

gitmeler ve gelmemeler neden bu kadar dokunur? ölüme bile alışmaya ve üstesinden gelmeye programlanmamış mıyızdır oysa?

peki ya gidenin açtığı çukur, kendisinin bile kapatamayacağı kadar büyükse, ne yapılmalıdır? gidenlerin sayısı, gelenlerden hangi sebepten ötürü hep bir fazladır? bu denklem sonsuza kadar değişmeyecek midir, yoksa insan bunca yıldır yaşayageldiklerinden ötürü genellemeyi mi uygun görür kendine?

"aşk, arayarak bulunmaz" önermesi doğru olarak kabul edilse de, neden umudunu kaybetmekten bu kadar korkarsın? umut, kaybedilebilecek birşey midir hem? herşeyden vazgeçtiğimiz anda bizi bulmaz mı beklediklerimiz? hiçbir beklediğim beni hiçbir zaman bulamamış olsa da, neden hala bunlara inanmaya meğilliyimdir ben? bir kaç iç deniz dolduracak kadar ağladıktan sonra, neden hala netleşmez bunca sorunun cevabı aklımda?

sen, onu özlerken; ben nasıl seni sevebilirim?

ben, onu özlerken; sen beni nasıl öpebilirsin?

o, bütün bunlardan habersiz hayatını yaşarken; biz başka hangi şekillerde mutsuz olabiliriz?

iki bilinmeyenli bir denkleme üçüncü boyutu katıp herşeyi imkansızlaştırmanın anlamı nedir? istemesek de neden vaz geçemeyiz? doğru olmadığını bile bile "o soru boş kalmasın belki bir yerlerinden puan alırız" mentalitesiyle yazdığımız cevaplar hayatımız olagelince, kimi suçlarız? suçlayacak birini bulamayınca, ruhumun altında ezilecek kadar ufalmışsam, yanımda durup sana tutunmama izin verir misin; yoksa gururun düzenli olarak sulandığı için boyundan büyük müdür şimdilerde?

çekip gidebilenleri vazgeçilmez kılan nedir ki bu dürüstçe hissettiklerini paylaşabilenlerin arasında hemen hiçbir zaman var olmaz? herkes bir diğerinde dürüstlüğü ve içtenliği aradığını iddia ederken, nasıl olur da en dürüst ve en içten insanların canı hep en çok ve en sık yanar?

yıllardır kendimle baş başa olmamın sebebi olan kırılma noktası tam olarak nerededir ve ben onu hangi tutkalla tamir edebilirim dersin? bütün sorular bende ve bütün cevaplar sendeyken, nedendir bunca uzak duruşumuz?

hem kırılmaya bu kadar müsait hem de bütün bunlara dayanacak kadar güçlü olmamın sebebi nedir? hayata devam edebilmek beni güçlü mü kılar, yoksa güçlü olmak hayata devam edebilmeyi mi gerektirir?

hayatında sana rağmen var olmayı bu kadar isteyişimi bir gün takdir eder misin, yoksa kendi kargaşanda boğulmaya mütemadiyen mi bu kadar meraklı olacaksın?

nasıl olur da ufacık ihtimallere hayatının gidişatını bağlar insan?

tek istediğim; sıradan, hafif, eğlenceli bir birliktelikken hayatın hangi güçleri beni içinden çıkması çok daha zor bir çukurun daha içine itekler? benim bu güçlerle günün birinde barış antlaşması imzalamam mümkün müdür, yoksa bu da senin kadar imkansız bir hayalden mi ibarettir?

hiç gelmeyecek birini bekliyor olmamla, bıkmadan usanmadan yağan yağmurun ne alakası vardır ki her damla onu çağrıştırır?

alışkanlıklardan vaz geçmek zordur, imkansız değil. içinde alışkanlıklarından vazgeçmeye çalışacak gücü arayan sen, keşke günün birinde yanımda olabilecek kadar güçlü olduğuna da inanabilsen.

gelsen,
birlikte çamaşır suyuna bassak kirli geçmişlerimizi ve
gülümseyebilsek halimize.

ama onun yerine, hayatla aramdaki bağ.. gün be gün, göz göre göre kopuyor.

satırlarımın yol açabileceği kalp ve çaresizlik kirliliğinden dolayı peşinen özürler dilerim.

5 Şubat 2009 Perşembe

Sezaryen... Geri Donulmez Bir Cocukluk Travmasi


Bugun sana kalbimi acmak istiyorum blog, nurtopu gibi bir ayi geride biraktik. Yeri geldi beraber gulduk, agladik; yeri geldi birbirimizin girtlagina yapistik. Yeri de bu kadar gelmisken; soz vermeme ragmen sana o cok istedigin logoyu hala tasarlayamadik, mahcubuz. Kisa zamanda ustunden cikarmayacagin bir logon olucak, inan bize...

Kalbimin derinliklerindeki, uzun bir donem kafamda soru isaretleri biraktiktan sonra yerini geri donulmez bir cocukluk travmasina birakan konu "Sezaryen" blog... Sezaryenle ilk olarak okumayi sokup gazetelerin eklerindeki karikaturleri karistirdigim donemlerde tanistim. Aslen magazin uzerine kurulu gazete eklerinde surekli gecen "bayan x sezaryenle dogurdu", "sosyetenin tanidik simalarindan y de sezaryeni secti" gibi haberlere anlam veremezdim. Urkutucu cagrisimlar yapardi aklimda sevgili sezaryen. Sanirim biraz da sezaryenli haberlerin birinde gordugum elinde yeni dogmus bebekleriyle poz veren magazin basininin aranan(!) simalarindan bir ciftin erkek olaninin fazla sakalli ve esmer olmasindan oturu sezaryeni hep Sezen Cumhur Onal'a benzeyen bir erkek olarak dusundum. Gunler gectikce sezaryeni kafamda iyice cizdim. Artik o sosyetenin gozde bekarlarindan biriydi kesinlikle, baska ne olabilirdi ki zaten... Kendi kendime yahu bu sezaryen ne capkin adam, herkes onla cocuk doguruyo diyip Sezen Cumhur Onal'a benzeyen, yakisliligin yanindan bile gecmeyen bu adamin cazibesine anlam vermeye calistim senelerce.. Ne zaman TRT'de Muzik Yelpazesi'ni seyretsem hep sezaryeni hatirladim.. Sezarin hakki sezara, hala sezaryen olamadim!

31 Ocak 2009 Cumartesi

giving love a "bad name"

Not To Do List


  1. Drink and run jumping down the stairs when leaving a bar.
  2. Numb yourself with booze and tunes.
  3. Spend more than enough time in front of screen(any screen will do)
  4. Postpone your fun projects(such as building your own light saber, joining navy seals, swimming across Gibraltar etc.)
  5. Sleep more than 6 hours a day.
  6. Fall in love with a girl wearing Space Dye West(useless love projection won't get anybody anywhere, give your self a break- a long one)
  7. Blog meaningless shit 05.25 in the morning.
to be continued...

29 Ocak 2009 Perşembe

To Do List



To Do List!!

- wake gnp up daily!!
- force him to write his thesis an hour after your wake up call!!
- ask him how he is day in and day out!
- buy gnp a coffee if practicable (white chocolate mocha prefered)
- take him out on weekends!
- write to blog regularly!
- remember vicky cristina barcelona barcelona
- do not ever forget 8 seconds rule in basketball!! (IMPORTANT)
- shot through the heart and you're to blame...u give love a bad name

27 Ocak 2009 Salı

eyleme çağrı

"inaction is a weapon of mass destruction!"
diyorum ve under constructionZzz yazarını titreyip kendine gelmeye, kulaklarından gün be gün fışkıran yaratıcı enerjiyi buraya da bulaştırmaya davet ediyorum.

içinizdeki maymun iştahını yeni postlar ile bastırınız!...

18 Ocak 2009 Pazar

gerçekle karşılaşma anları

"an" olmaktan öteye gitmeseler de.. bir ömürlük izler bırakırlar günümde, hem de her seferinde.


milyonlarcasından bir tanesi olan herhangi bir cocacola kutusunun kırmızısının ya da masada duruş şeklinin eski sevgiliyi anımsattığı rastgele ve olağan "flashback"ler değil kastettiğim.


bir kapı gıcırtısının, herhangi bir ayak sesinin, loş bir odadaki ufak bir tıkırtının anımsattıkları da değil. taze bir ayrılık acısının derin hüznü, hiç değil.


daha ziyade.. barıştıklarımızın, unuttuklarımızın, kabullendiklerimizin, bizi biz yapanların büyük birer parçası olan yaşanmışlıkların yeri gelip de canımızı yakmaya çalıştığı anlar. hep de bunu başarmanın sinsice bir yolunu bulan anlar..


geçenlerde bunlardan birini yaşadım, o kadar sıradan ve kamufle bir olaydı ki! gece gelip çattığında kafam yastıkla buluşunca farkettim ne kadar dokunduğunu..


istiklal caddesinde yürürken -ki bunu pek sık yapmam-, body shop'a girdim, dudaklarım çok çatlıyor diye şu dudak-çatlatmayan-şeylerden almak istedim. tabii ki içimdeki küçük tüketim toplumu cüceleri sağolsun, çıktığımda torbamda dudak-çatlatmayan-şeylerden fazlası vardı.. önemli olan torbamın içeriğinden ziyade, alışveriş sırası mağazadaki satıcıyla aramda geçen dialog. ne zamandır şu meşhur body shop "scrub"larını denemek istiyordum; bunlarla ilgili bir muhabbete girmiş bulunduk sevgili görevli ile... laf lafı açtı, pek tabii bana o scrub ile beraber bir de o keselenme işini gerçekleştirebilmem için eldiven şeklinde olan keselerden satma nonktasına geldi. fikri takdir etmediğimden değil, teknik imkansızlıklardan dolayı demiş bulundum ki "ama ben sırtımın heryerine yetişmem ki bununla kese yapmak için?" günümde iz bırakan cevabı yedim suratıma tokat gibi, suratında karnı tok bir gülümsemeyle: "eşinizden destek alacaksınız tabii." bitti mi sanıyorsunuz.. yanılmayın. o kadar kolay biter mi. acımasızca devam etti: "sizin gibi bir bayanın yalnız olduğunu hayal bile edemiyorum". sevgili mağaza görevlisinin cinsel tercihi her cümlesinin her kelimesine o denli yansıyor olmasaydı bana vahşice yazdığını bile düşünebilirdim ayaküstü ama heyhat!..


laylaylom alışverişimi tamamlayarak olay mahalini terk ettim pek tabii, torbamda bir dudak-çatlatmayan-şey, bir meşhur body shop scrub’ı (hindistan cevizlisinden), bir çift kese eldiveni (turuncu!), suratımda bir gülümseme (tatmin olmuş küçük tüketim toplumu cüceleri).


Sonra galiba sinemaya gittim.. çıkınca birşeyler yedim. Araya konuşmalar girdi, kalabalık, insanlar ve olaylar.. sonra eve döndüm. Gece geldi çattı, banyo vakti..


Sırtımı keseleyecek kimsem yok ki benim!.. Sırtım kirli gezeceğim bundan böyle, yalnızlığımın sırtıma yansıyacağını aklıma getirmezdim! Şu sapı olan sırt temizleme şeylerini ondan mı yapıyorlar acaba diye sordum kendime, benim gibi tek başına sırtını temizlemek zorunda kalan insanlar için!.. bu gibi pek çok saçma sapan fikirle boğuşmam sonrası anladım ki kendime sımsıkı sarılmak için iki koskocaman, upuzun kolum var!


Sonsuza kadar self servis..



Orta yaş krizi öncesi sıradan bir histeri silsilesini daha geride bıraktıktan sonra, Vicky Cristina Barcelona’yı izledim değerli blog ve sayın okurlar. Şiddetle tavsiye ediyorum, hele ki Bardem’i ve Cruz’u sevenlerdenseniz, çift olarak kesinlikle görülmeye değerler. Frida ayarında bir tat bıraktı bende, çok hoşuma gitti, tekrar tekrar izlemek isteyeceğim, hatta her seferinde gitmek gerek bu memlekete diye düşüneceğim; belki öyle bir aşk bulmaya, belki öyle bir aşkı bulmuşları yad etmeye.. kişisel “kronik tatminsizliğimin” köküne inememiş bir birey olarak çift olmaktan epey uzak olsam da, kollarım artık benimle barışık, hem sırtımın heryerine erişebiliyorum (:


Ayrıca body shop’ın dudak-çatlatmayan-şeyleri bir işe yaramıyor!

15 Ocak 2009 Perşembe

karaciğeri yenileyen bir PS3 e bedavaya sahip olun!



Playstation 3 enteresan bir kutu sevgili arkadaşlar. Evet evet, çok enteresan.... Video oynatabilen blueray disk i dahi destekleyen, media center olarak kullanabileceğimiz ve oyun oynadığımız Voltran tadında heryerinden bişey çıkan güzel tasarımlı kutumuz. Kullanma kılavuzunda olmayan bir özelliği daha var. İnanılmaz bir şekilde parasını çıkartan, hatta üstüne para katan yegane bir alet bu... Ayrıca Karaciğeri düzenlediği mide ekşimelerini azalttığıda bilinenler arasında...
Bu blogda size nasıl bedavaya playstation 3 sahibi olursunuz onun anlatacağım arkadaşlar.
Hepsiburada.com dan aldığımız bilgi ile bugün bir PS3 ü 1000ytl civarı bütçe ile satın alabileceğimizi anlıyoruz.. Bunu kredi kartı ile 6 aya böldüğümüzü varsayarsak, aylık 166,66 tl'ye geliyor.
Bu teoremde kabul etmemiz gereken temel bir kural var.
1-) Ne kadar çok kazanırsam, O kadar çok harcarım.

Sosyal hayatta, alemlerdeki duruşunuz, karakteriniz önemlidir.


Arkadaşlarınızla dışarı çıktığınızda, ısmarlayan bir yapıya mı sahipsiniz? gece boyunca içiyor musunuz? Kredi kartını kolay ulaşım için gömleğinin sol üst cebinde mi taşıyorsun?
Haftanın kaç akşamı eğlenmeye çıkıyorsun? Her pazar başka bir grupla bi bruncha mı gidiyorsun.. Bunların muhasebesini kafanızda yapın bakalım..

TunçBerk

Kafadan bir eleman alalım adı TunçBerk olsun arkadaşlar.. TunçBerk ne kadarda cadde çocuğu isimli olsada ps3 e para ayıramamaktadır ancak moda durumu olduğundan epeyde bi canı çekmektedir insanların evlerine gidip PES oynamaktan sıkılmıştır.. GEl gelelim hayta arkadaşımız evde kurtlanıyo sıkılıyo, basıyo arkadaşlarına gidiyor, bişeyler yapıyor. O bar senin bu bar benim gönül adamı.. Hop TunçBerk dur! yapma böyle.

Dur TunçBERK DUR


Tunçberkin hafta içi dışarı çıktığında 40tl hafta sonuda dışarı çıktığında 70tl harcadığını ön görürsek..
Tunçberk gitsin hemen bir PS3 alsın , Haftanın 2 cuma akşamı ve bir çarşambasını evde geçirsin arkadaşlarını çağırsın PS3 oynasın.
Playstation ın aylık taksiti 166,66 ytl olduğuna göre arkadaş cuma akşamları çıkacağı parayı kenara ayırsın.. 6 ayda bedava PS3 sahibi oldun. Alkolde almadın karaciğer dinlendi.. midende ekşimez.

Oh oh ne güzel Tunçberk aferin.
Hadi canım benim hadi güzelim adam ol aferin!

AKıllı ol böyle devam et, daha sonra bide Full HD çak salona, kendine gel.

14 Ocak 2009 Çarşamba

Farklı Yemek Anlayışları - Farklı Toplumlar


Sevgili Blog,

Öncelikle yemekler üzerinde ilişkilere yapılan bu lezzetli blogların hayranı olduğumu ve yazmakta olduğum bu blogun Sayın Genus Non Perit(bundan böyle GNP olarak anılacaktır.) ve Sayın Raspberry Swirl ithaf ettiğimi belirtmek isterim.

Yazının başlığından anlaşılacağı üzere burada senin vasıtan ile sayın okuyucularımızla paylaşmak isteğim konu farklı yemeklerin farklı kültürlerdeki yeridir.

İncelememize Kıta Avrupasından başlayacağız. Şahsi olarak daha tanışık olduğum bir ülke ile başlıyorum, İtalya. Sevgili blog, hepimiz "Pasta" olarak adlandırılan İtalyan makarnasına(bundan böyle pasta olarak anılacaktır.) aşinayızdır. Kendisi bir ara ülkemizde furya olmuş, sonra vasatlaşmış bir menüdür.(Furya olup vasatlaşma ve farklı kültürlere ait yemeklerin farklı ülkelerdeki etkilerini daha sonra detaylı olarak inceleyeceğiz.)

Pasta sevgili blog, İtalya denen ecnebi ülkede her akşam yemeğinde yenen, sindirime yardımcı olan bir tabaktır. Yani İtalyan kültüründe pasta iştah açıcı/sindirime yardımcı tabak olarak kullanılmaktadır. Yani Türk kültüründe çorbanın yerini İtalyan kültüründe pasta doldurmaktadır. İtalyan kültüründeki ana yemelerin belli başlıları deniz ürünleri, kırmızı ve beyaz et'tir.

Daha batıya bakacak olursak, Ada olarak da adlandırılan İngilimanya'da durumun tamamen farklı olduğu görülmektedir. İtalyan mufağının ana yemeklerinin başında gelen ve çok geniş bir yelpazeye sahip olan deniz ürünlerinden balık İngilimanya'da yanına Allah'ın patetes kızartması ekleştirilerek Fish & Chip adı altında ayak üstü tüketime yönelik(fast food) olarak pazarlanmaktadır. Yani bir kültürün ana yemeklerinin şahı iken başka bir kültürün çabuk tüketim mamülü olabilmektedir çeşitli yiyecekler.

Birçok kültürde yemek olarak algılanmayı bırakın insanın en iyi dostu olarak tanımlanan Kuçu Hayvanı(bundan böyle köpek olarak anılacaktır.) Kore ve Tayvan gibi uzak doğu ülkerinde yemek olarak algılanmakta ve gerek ana yemek gerekse iştah açıcı olarak tüketilmektedir.

Çalışmamla sevgili okurlarımızda farkındalık aratmak istediğim ana unsurlardan biri farklı yemeklerin faklı kültürlerde çok farklı konumlara sahip olabileceğidir. Yani bir insan makarna ya da çorba olabilir ancak hangi toplumda makarna ya da çorba olduğu, makara ya da çorba olmasından daha belirleyicidir.(Bkz. Doğru zamanda doğru yerde olmanın önemi!)

Pasta üzerinden doğru zaman ve doğru yer kavramını inceleyecek olursak;
1990'lardan önce Türkiye'de pasta kavramı hiç yaygın değildi ancak 90'ların sonu ve 2000'li yılların başında yakaladığı başarılı çıkış trendi ile Türk kültüründe yerini aldı. Peki bunun doğru yer ve doğru zamanla ne ilişkisi var? 90'ların sonundan önce makarna olan insanlar Türkiye'de geniş olarak "Ana Yemek" statüsüne sahipken bu tarihlerden sonra birçoğu pasta kişileri ile karıştırılıp pasta(yani iştah açıcı/sindirime yardımcı insan) muamelesi görmüştür. Bu sıkıntıyla başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerimizde daha çok karşılaşılmıştır ve karşılaşılmaktadır.
Daha küçük şehirlerimizde ve kırsal kesimde aynı ürünün türevi olan buğday bazlı yiyecek, "makarna" olarak algılanırken metropollerde ve büyük şehirlerimizde "pasta" olarak algılanmaktadır.

Yukarıdaki paragraftan anlaşılabileceği gibi aynı yemeklerin farklı anlaşılması için farklı toplumlardaki karşılığına bakmak şart değildir. Bölgesel ve hatta kişisel olarak bu algı değişebilmektedir.(Farklı ülke ve kültürlerin farklı insanlar olarak algılanarak yazının yeniden incelenmesi önem arz etmektedir.)

Yani sevgili blog, biz metropol insanları olarak çok büyük sıkıntı içindeyiz. Hem hangi yemek olduğumuzu tanımlayabilmek hususunda hem de hangi tabak olarak(iştah açıcı - ana yemek) tanımlandığımızı anlamak konusunda.

Doğu ve Batı arasındaki köprünün en göbeğindeki metropol çocukları olaran bizler içimizdeki Anadolu Çocuğu, Avrupa Enteli, Amerikan Conisi ve Japon Anime Karakteri boğuşmasının kurbanıyız...

Ama yine de ümitliyiz...zira(zira ne ki??) birinin iştah açısı-sindirim yardımcısı-ana yemeği olarak harcansak da zaman zaman, biliyoruz ki çorbasıdan makarnasına salatasından tatlısına birilerinin tüm gıda ihtiyacını karşılayabilecek besin değeri yüksek gıdalar haline gelibilecek durumdayız. O güne kadar bayatlayıp çürümezsek, hiçbir yemeğin başlı başına veremediği gerek fiziksel gerek ruhsal gustoyu ve tatmini sağlayacağız. Keep the Faith(Dinleyiniz Jon Bonjovi, aynı isimli albümden)

Bon apetit!!

Saygılarımla,

TRICREA
İleri İlişki Gastronomu(Ukalalığımı mazur görün:)

Macaroni vs Soup

(soup is good food'a ithafen...)

Kadim dostum raspberry ile paylastigimiz corba-ana yemek sorunsali uzerine ana yemeklerden makarna takildi aklima sevgili blog. "Makarna ana yemektir." genel gecer kuralina istinaden su humblezade denememde bu dostumuzu yakindan gozlemlemek raspberry'nin idealar dunyasinda yeni kivrimlar edinmesine yol acabilsin temennisindeyim.

Bu bilimsel calismada cikis noktasi olarak alinacak sorular sunlardir: "Makarna ana yemek olmayi hak ediyor mu?" ya da "Ana yemek olmak cok mu matah bi seydir ki?"

SelvaGida'nin belirttigi uzere, "(...)makarna ziyafet sofralarının ana ve ilk yemeğidir. Her yemekle buluşabilir(...)"(1). Fakat yazar, ayni eserinin degisik yerlerinde makarnanin ana yemeklerden sonra da tuketildigini, bazen de degisik sofralarda ara sicak olabildigini belirtmistir(2). Hatta eserinin son paragrafinda "Makarnayi baslangic yemegi olarak tuketin." demek suretiyle kafalarda iyice bir soru isareti birakmistir.

Bilindigi uzere makarna karbonhidrat bakimindan zengin bir besindir. Kolay tokluk hissi verir fakat bu tokluk hissi yanilticidir. Zira makarna tuketiminin uzerinden bir saat gecmekle acikma hissi baslar ve icdinamiklere de bagli olarak 2 saat sonunda maksimuma ulasir. Dopamin hormonunun salgilanmasini harekete gecirdigi icin de mutluluk hissi verir. Bu veriler isiginda ulkemizde ana yemek olarak tuketilen makarna gibi gecici bir tokluk ve mutluluk hissi veren ana yemek olmaktansa cizgisini koruyan kasarli domates corbasi gibi kendinden emin ve kaliteli bi baslangic olmanin daha etkileyici olacagi kanaatindeyim. Zira makarna yiyenin yukardada belirtildigi gibi buzdolabini, menuyu, etc... acip baska ana yemeklere bakmasi an meselesidir. Makarna yiyenin(!) mutlulugu gecicidir.


"Makarna fabrikalarının %40’ı gaziantep ve çevresinde, %35’i orta anadolu’da ve %25’i de ege bölgesi’nde yer almaktadır. Sektörde arz fazlası sorunu yaşanmaktadır.
Makarna tüketiminin en fazla olduğu Marmara Bölgesi’nde kişi başına tüketim 6,5 kg/yıl civarında iken, Doğu Anadolu Bölgesi’nde kişi başına makarna tüketimi 3,6 kg/yıl’dır.(...) Son yıllarda makarna tüketiminde Iç Anadolu Bölgesi ile Akdeniz Bölgesi’nde artış yaşanmaktadır. Tüketim miktarının yanısıra makarna tercihinde de bölgesel farklılıklar bulunmaktadır.(3)"

Sonuc olarak yukaridaki bilgiler de bize gostermektedir ki Marmara Bolgesi'nde yasamina devam eden bireyler olarak makarna olmak bizim bunyemize uygun degildir. Ama makarna tuketmek konusunda ustumuze yoktur. Demek ki bazen yanlis anlamalar sonucu ana yemek olarak makarnayi secebiliyoruz. Evet ama sevgili blog... Hangimiz makarna olmadik ki zamaninda?

Afiyet olabilir...

p.s: Corbaya bandiracak ekmek bulamiyorsaniz pasta yiyin.
-----------------------------------

(1) (cevrimici) http://www.selva.com.tr/PratikMakarnaBilgileri.aspx?page=makarna_yasam
(2) a.g.e, parag. 8-9
(3) Uzum, "Makarna", Eksisozluk Yayinlari (www.eksisozluk.com), s.2.

13 Ocak 2009 Salı

soup is good food

süregelen çalışmanınZzz -uykuya ve uyanıklığa rağmen- kesintisizliğini koruduğu yegane mekan kalbin iştahına dair fikirler düştü aklıma.

"ben" dahilinde, kalbimin en birinci gıda maddesi ruhum olmakla birlikte (bkz. fmcg); aşkın ve ilişkilerin sistematiği üzerine dilde tüy bitirmek gerekirse az biraz... düşündüm ki romantik oyunların yorgunu bir bünye olarak blog'un damak tadına kısmen katkıda bulunabilirim.

kıymetli olguları sıradanlaştırma, lüzumsuz çoklama ve jenerikleştirme yoluyla dejenere ve deforme etmelerden yola çıkarak domatesle başlayan, avokadoya uzanan ve yer yer karabibere bulanan serüvenim beni dün gece küçük arabamı kullanırken trafiksiz tem'de ÇORBAya vardırdı!

tam da o sırada hattın öbür ucunda olduğundan sesli düşüncelerimi duyan genus non perit'i de hemfikir ettim kendimle, onu bana kattım... yine de bir ana yemek edemedik sevgili okur (ince bir mesaj kaygısı: keza yorumlarına aç ve açığız.)

birden aydınlandık aslında ilişkilerin de her gün tükettiğimiz öğünler gibi olduğunu farkedince.. ve ben, çorba konusunda takıldım kaldım!

Romantik alemin çorbası olmaktan muzdaribim be blog. Bir “ana yemeğe terfi edemeyiş” sendromu. Semptomlar stabil: herşey çok güzel, ama elveda. Henüz ekarte etmenin yolunu bulamadım, çıkmazlardayım blog.

Çorbanın hiçbir zaman sahip olamayacağı o ana yemeğin verdiği tokluk potansiyeli, “tamamdır bu iş” hissi.. çorba sadece ilerisi için bir basamak, bomboş mideyi ağır bir yemekle doldurmadan önceki güzel kısım. Hafif, sıcacık bir arabulucu.



Aslında biraz da “ara sıcak” durumu söz konusu bünyede, yılların getirdiği deneyimle orantılı olarak. Sadece çorbaya yüklenmek istemiyor bir yanım, çorbanın egemenliğini o soğuduktan çok sonra da sürdürme kapasitesi olan ara sıcak aslında çok da yolunda giden bir ilişkiymiş görünümündeki kandırmacaları, paçanga böreğini, sigara böreğini, mantar soteyi filan kapsıyor biraz. Tadı damakta kalıyor; bir yandan yudumlanan içki ile çakırkeyfe doğru çıkılan gezintideki hafif esintiyi andırıyor..

Ah be blog. Ara sıcak da karın doyurmuyor ki. Hiçbir zaman yola çıkış sebebi olmuyor. Mangal yapılan bir akşamda çorbaya yer bile bulunamazken, etler ateşle buluşup da pişene kadar tüketilen ara sıcak yine sadece bir bağlaçtan, bir geçiş cümlesi olmaktan öteye gidemiyor: harika birisin, ama ben başkasını seviyorum*.

Dünya duruyor kimi zaman, ben dönüyorum. Bazen kendime.. bazen kendimden de öteye. Rakı şişesindeki balık görseli bu cümleyi daha büyük bir başarıyla tamamlayacak olsa da.. bunu sen de ben de çok iyi biliyor olsak da bu sefer kosskocaman bir kazanla idare edeceksin. Bir çorba kazanıyla. Ben bundan daha iyisi olmayı başarana dek.. en iyisi bu korkarım.

Şimdilik bu kadar, çünkü DOMATES çorbam için biraz kaşar peyniri rendeleyip biraz KARABİBER çekmem gerek. Sen de ben de farkındayız ki, ana yemeğe erememiş bir bünye olarak tatlı/meyve başlığı altında adı anılan AVOKADOnun henüz mizacımızla uzaktan yakından alakası yok. İlla söyleteceksin…..

Afiyet olsun -yersen-.

* Kanat, Kanat, Kanat (2050). The Transformation: From relationship to relationshit. A success story -inverted-, vol.1, pg13-19.

(o zamana dek bölünüp çoğalmayı başarmış olucam, kendimden dallandırıp budaklandırıp ürettiğim benciklerle ortak çabamızın ürünü makalemizden referans göstermem umarım kıskanç zihinlerin tepkisine yol açmaz.)

9 Ocak 2009 Cuma

beer vs wine


  • bira muhafazakardır, şarap aristokrat.
  • bira orhan gencebaydır, şarap... frank sinatra.
  • şarap bira olabilir, ama bira şarap asla.
  • biram olmadan asla, şaraba param yeterse.
  • bira lokal, şarap import.
  • (bira) "bu akşam içelim abi..." VS "bu akşam şarap içelim abi.."*
    * bira arabadır, şarap cadillac.
  • bira amcamdır, şarap istanbul üniversitesi hukuk fakültesi rektörü!
  • bira TRICREAdır, sarap bluesman.
  • raspberry swirl romdur, genus non perit whiskey.
  • bira işetir, şarap susatır... çaktırmaz.
  • bira novalgindir, şarap apranax fort.
  • bira "killing in the name of"tur, şarap "wish you were here."
  • bira nevizadedir, şarap nişantaşı.
  • bira "gürol ağırbaş"tır, şarap ortaçgil. (rakı da erkan oğur.)
  • bira bon jovi'dir, şarap massive attack.
  • bira rock'n roll'dur, şarap lounge.
  • bira erkektir, şarap kadın.
  • bira çocuktur, şarap olgun.
  • şarap aşktır, bira sex.
  • bira munich'tir, şarap paris!
  • bira lock stock and two smoking barrels'dır, şarap eternal sunshine of the spotless mind.
  • bira "the roof is on fire"dır, şarap "brain damage" (anlayana).
  • bira "the wall"dur, şarap "the divison bell".
  • bira "what do you want from me"dir, şarap "coming back to life".
  • whiskey ağlama duvarıdır, cardinal melon THALES.
bir raspberry swirl ve genus non perit ortak yapımıdır! ona göre.

8 Ocak 2009 Perşembe

Önsöz...

Çok dostane insanlar davet etti beni bu bloga. Bende kıramadım kabul ettim. Bir blogtur gidiyor, herkes birseyler yaziyor, fikirlerini paylasiyor. Anlik superstar egolarimizi internette doyurur olduk.Ne mutlu bize hepimiz bir yildiziz artik...
Peki simdi ne olacak.. Belki ilk baslarda birbirimizin yazilarini okuyup eylenecegiz ama önemli olan sonrası... Birsüre sonra feci bir blog yarişi başlayacak ve bu dostane insanlar ezeli bloh rakipleri olacaklar.. Kiminki en çok okunmuş, kimin en cok profili gösterilmis efrnim bunlarin savaşi olacak...
Ben blogumu yazar işime bakarim arkadaşim diyip geçen adam yalan söylüyordur bu biline....

"Giriş" bölümünde görüşmek üzere
Kendinize iyi bakin degerli, zamanı cok okurlar

Yorumlarla yaşıyorum



Sevgili blog,

Öncelikle yazı karakterlerinin arasında Calibri olmadığı için seni kınayarak başlamak istiyorum. Efendi ol kendini geliştir yoksa ilk blogdan böyle fırcayı yersin.

Ben yorum okumayı çok severim bilir misin blog? İçinde mesaj kaygısı olanları daha çok, ama en çok içinde "jenerik" kelimesi geçenleri... Bir yorumda "jeneriğin müziği" ibaresini gördüm ve kendimden geçtim.

"Jeneriğin müziği" deyince aklıma domates geldi blog. Ant dağlarının bağrından kopup da gelen sonra bizden olan o güzel sebzeler/meyveler.(1)O güzelim domatesler o kadar bizden olmuşlardır ki insanlar onları jenerik bulur artık... üzücüdür bu, kara biberin kaderini(2) domatesin paylaşması... Demek ki kader birliğinin olması için aslında türdeş olmaya bile gerek yok! Hayat böyle mucizelerle dolu süper bir şey işte blog..

Ben bugün bunu öğrendim??
- Avokado jenerik değildir.

Ben bugün bunu pekiştirdim:
-Domates jenerik bir şeydir.

Bugün bütün bunlardan ben bugün bunu çıkardım ?
-Avokadolar da bir gün jenerikleşecektir, tıpkı kara biber ve domates gibi...

Günün özlü sözü:
Avokado oldum dememeli, domates olabilirim aman ayağımı denk alayım demeli.
Sir Alex Fergusson




---------------------------------
(1) bu konuda doktrinde tartışma var - bu konu başka bir blogda incelenecektir

(2) bkz.kara biberin geçmişi ve baharat yolu, s.317, Osman Gerçel, 1998,Beta Yayınları, İstanbul

lazyinasyon


Malzemeler:

- www.yemeksepeti.com
- Kosedeki marketin telefon numarasi
- PS3
- Laptop

- Bol bol DVD
* lebowski tercihen
- Votka, sut, kahlua
* Kahlua malum pahalidir. Ogrenciler icin tekel kahve likoru ucuz bi secenek olabilir. Baileys kullanan zirtapozlar da yok diil(ben). (Cardinal meloncu raspberry, duy sesimi!)
- Premier lig
*emreli, okanli inter??!
- Yatirilmayi bekleyen faturalar
- Koltuk
- Halı
* it really tied the room together.

Hazirlanis:

Oda sicakliginda rahat koltuga uzanilir. iki olcek votka, bir olcek kahlua, acik da sut bardaga konulur. kulak memesi kivamina gelene kadar karistirilir. Ekranda Riverside Tuncay kirmizi yanaklariyla sus isareti yapiyordur tahminen saclarini arkaya ata ata kosaraktan. Eldeki iddaa kuponu livescore.comdan takip edilir. Faturalara dokunulmaz, onlar tabak kenarinda sus islevi goren nane gibi luzumsuzdur.
Fonda X-Press 2'dan Lazy calar. Bunye servis yapmadan once uzun bi sure koltukta dinlendirilir.

Afiyet olabilir.

7 Ocak 2009 Çarşamba

a tribute to those who love stating the obvious


applikasyon



Blogumuzun cesitli yazi departmanlarinda gorevlendirilmek uzere;

- Bu sektore yillarini vermis de kafasinda siyah tek sac kalmamis,
- Sonuç odaklı düşünerek çözüm üretebilen,
- İletişim becerisi kuvvetli,
- Iyi derecede Ingilizce bilen,
- Esnek calisma temposuna ayak uydurabilecek,
- Seyahat engeli olmayan,
- Cumartesileri de calisabilecek,
- Erkeklerde askeri gorevini tamamlamis,
- Bayanlarda sari, kisa sacli (mavi ya da yesil goz tercih sebebidir.),

yazar arkadaslar aramaktayiz.

p.s: biz sizi aricaz.

and then it all started with a new post..

kendinden bağımsız blogumuza hoşbuldum.

sektorizasyon


Itiraf ediyorum sevgili blog...evet...Farkli sektorden biriyle onun sektorune yonelik bir aktivitede bulunurken kasilanlardanim. Hos isbu yazi da benim sektorume girmediginden ve ilk yazim olmasindan oturu bende rookiesel heyecanlar yaratmiyor degil...Olsun kendi isimin patronuyum burda.

Gecen gun sinema-tv mezunu bir arkadasimla sinemaya giderken birkez daha hissettim bu eski korkumu...Oncelikle rahatlikla soyleyebilirim ki sinema sektorunden arkadaslarda bi cesit yer obsesyonu mevcut. Kompulsif derecede degiller ama... Kontrol altinda tutmayi becerebiliyorlar. Koltuk secimi onemli anladigim kadariyla. Perdeyi ortadan ikiye bolecek sekilde ve koltuk sira adedinin en ortasindaki sirada oturmaya gayret gosteriyorlar. Bu mumkun degilse koltugun ortada olmasi kafi geliyor... Sozu gecen baslangic gerginligi film sirasinda "acaba benden farkli ne goruyor sahnede?" icsorularini takiben sessiz kalma hakkinizi butun film boyunca kullanmaniza ve acik da killanmaniza sebebiyet veriyor. En buyuk korku, film sonunda gelmesi muhtemel bir "filmi begendin mi?" sorusu...Cevap verebilmek icin lutfen egonuzu evde unutunuz...

Son olarak bir de film bitimindeki casting bolumunde gerginlik yasanmasi muhtemel...Film sonunda yazilar cikmaya basladigi zaman sektor disi bir vatandas olarak montumu giymeye yeltendim. Saygi cercevesinde oturup butun casting bolumune bos gozlerle bakmak gerekiyormus sanirim.

Muzisyen baska bir arkadasimla caz konserine gidicem bi dahaki sefere. Laneti simdiden ustume cokmeye basladi. Onu da yazarim bi ara. Benim yasadigim korkulari sen yasama blog.